28 Kasım 2015 Cumartesi

İKSV Bienal 2015 Hakkında Bir Yazı - Zeynep Yıldırım


Bir derdim var 

(-dünyayla bir derdimiz mi vardı?
-dünya vardı.
-ama dünya kadar mıydı?
belki derdimizle dünya vardı...)

Benim bir derdim var, dünyada var. 
bir iç sıkıntısı bu. Dışındakine  alışamayan, içindeki dünyanın dışındakine olan mesafesi ve arasındaki dialoğun ilişkisi ters orantılı sanırım.
Ve bu bir çelişki olmalı.
Çelişki bir nebze coğulluksa bu durumda, (ikircikli bir hal var ya) derdimle konuşayım dedim, ağırlığımdan arınayım, hafifleyeyim. Gittim kitaplar okudum, resimler gördüm, filmler izledim.
Sanat dediler, sanatçı onlar; yaratabilenler ve bilenler bilmeyenlere anlattı.
Gençtim ve dedim ki kendi kendime, bir iç sıkıntısı olan tek ben degilim. Bir derdi var bu filimlerin, bu kitapların resimlerde çizgilerin.
Sanat bana iyi arkadaş olur yalnız değilim, "Sanat" dedikleri böyle bir şeyse iyi bu, ne iyi. 

Hadi düşünelim

Sanat üzerine cok ciddi seyler mi söyleyeceğiz, hayır ciddi söylemeyeceğiz, konuşacağız. Bakmayın lafımdaki çoğulluğa, ben tek başıma konuşurum, alışkanlığım böyle. Konuştuğumda kendimle, bir çoğulluk yanılsamasına düşerim. 
Kendi kendime gülümsediğimde olur, öfkelendiğimde, sorguladığımda kendimi bazen.
Nerede kalmıştık? 
Düşünüyorum, özgürüm.

Sanat dedikleri belkide tarihçilerin kendilerine bir "tarihler labirentinde kuramlar" oyunudur. Belki de sanat; dediklerini yapanlar düpedüz sıkılmış insanlardır. Hayatın geçeceği yok! "hadi bir hayat yaratalım, sıkılmışlığım" halidir.
Olabilir mi?
Kendi, ile girişilmiş bir kavgadır mesela, ya da kayboluş, kayboluşta bulunuş öyküsü gibi mesela, olamaz mı? 

Ama tüm bunlar öğrenilsin için ne gerekliliğindeyiz? Kuramcı ya da bir tarihçi irdelesin, anlatsin bize mi?
Biz, ben; sokaktaki insan son derece sıradan bir günün olağan saatinde "Hadi, dedim. Kalk gidip Bienal" gezelim. İstanbul'da bir "tuzlu su" üzerine yazılar mı, resimler mi, heykel belki, belki başka ne olabilir diyerek Karaköy'deyim. 


"İkaseve", "bienal", "tuzlu su"



Aaa bak ne var? 
İki genç eski taş binanın koridorlarında böyle seslendi birbirine. Salonun köşesinde durup enstalasyonu yapılmış alanı arkalarına alarak cep telefonu ile görüntelenmelerini istedi bir diğer gençten. 
Rum ilkokulunda tüm binanın katlarına yayılmış düzenlemelerinden birinin yanındaydım ben de, tam o sıra.

Sanat arkadaşımdı. Bana bir şeyler fısıldardı. Dolaşıyorum salonları. Bir salonda kemik parçaları büyük bir masanın üzerinde, diğer bir salona geçiyorum. Alçı kartonpiyer çerçeveler dökümü ile dolu zemin, bir diğer salonda yine bir masa üzerinde üst üste kaplı defterlerden dağ formu oluşturulmuş. Kağıt gemi yapıp iskemleye bırakmışlar yanına.
Sessiz içim. 
Bir yan salonda tamamı karanlıkta bir madenci figürü çalışılmış üç boyutlu. Yukarısına incecik bir ışıkla gökyüzü görüntüsü aks ettirilmiş. Ahşap bir kaideye yatırılmış temsili madenci. Gerçeklikle bir bağ kurmuş bu binadaki belki tek çalışma ancak formun teknik yeterliliği gibi konulara hiç girmeyeceğim.
Nefesim daralıyor.
Tütün deposunda "Ani Sessizliği" adlı bir video gösterimi var. Bir iki salonu ise yine aynı konu ile düzenlemelerle sergili.
Gösterimi izliyorum. Hoş diyor içim. Tümü ile sessiz değil içimdeki. Ancak salonları gezdikçe yine keyifsizleşiyorum. Neydi peki video gösteriminde içimdeki sese "hoş" dedirten; görüntüler Ani harabelerinde, doğanın içinde siyah beyaz çekilmiş ve çocukların çalıların içinde koşturarak kuş seslerini taklit eder hali gerçekliğin yansıması olsa da zihnimde imgeler doğuruyor. İçim konuşuyor böylelikle. Tarihle kurulan bağın bir metinle de bağlamlanarak sunulmasıyla nihayetleniyor. Ama "hoş" diyorum. Yani bu yeterli mi, bir sanat eseri karşısında mıyım emin değilim. Fakat bir sanat eserinin bu kuşkuya yer bırakmayacak denli insanı duvara yapıştıracak sarsılmışlığım da var beri yanda. Ve o yanım huzursuz.
Derin bir uykudayız da Goya'nın Caprichos'u Aklın uyuması canavarlar yaratır isimli çalışmasında mı gezinmekteyiz? 
Akıl uyursa canavarlar uyanabilir saati gelmiş çatmış bir çağda.
Tam da bu hissiyatı resmetmiş sanki bir zamanlar ressam.

Çıkıyorum sokağa. Karaköy, alabildiğine dolu, çıngıllı. Bankalar caddesine doğru iki otelin salonuna rotam, yürüyorum, kış güneşi de var, niyeyse işte yine de nefesim dar. 
Otel görevlisi binanın altında iki odayı gösteriyor. Üst üste yığılmış kontraplak büyük kutular üst üste konmuş. Yüzeylerinde türk çini motifleri biçimli oyuklar var. Işık düzenlemesi oyuklardan gölgeler düşürüyor zemine. Boş kutuların etrafını dolanıp çıkıyorum otelden.
Kutular boş, bir anlam arıyorum. Anlam aranır mı, seni mi bulur?
Anlamı aradığımız yerlerde mi sorun  yoksa? Ya da anlamsız mı, bu kadar basit belki.
...
Nefesim dar. 

"Mış gibi"

Bir yerlerde bir yanlışlık var. Örgüde eksik bir ilmek gibi sırıtıyor. 
Sanatı ve sanatçıyı birbirinden ayrı düşünmek mümkün mü? 
Kavramlar son yirmi yıldır gözlemlediğim; durum ve şartlar hangi gereklilikteyse iktidar olan tarafın bunu bir "piyon" hareketliliğinde kullanıp feda edilebilir taşlar niteliğine indirgediği. 
Sanırım modern çağın güç ile sınavında sanatçının kendi dünyası ile bağ kurması, dünyayı, insanı, çağını irdelerken izleyen ile paylaşım halinde olması kontrol edilebilir olmalı.
Sanatçı ürünler üreten konumundayken bağlı ve bağımlı olması halinde kontrol kimin elinde?
Büyük sanat kuruluşları çatısı sanat'ın yaşadığı yer midir? 
Kavramların tarih ile bağı nasıl seyreltilip içi boşaltılıp yeniden ihtiyaca göre içleri zerkedilebilinir hale gelir, getirilebilir?
Ürünün anlama ihtiyacı yok. 

Ama bir pazar söz konusu ise ve sanatı "pazar" layacaksalar "mış gibi" gibi yapalım dese pazarlayıcılar, "Sokaktaki insan", izleyen a evet o buna inanır, inanır mı?
Sanat'mış gibi ürünler olabilir mi?
Ya da durum şu mudur; "hey siz çağdaş düşünceye uzaksınız, bir üst bilinç ve üst sanat'tan söz etmekte bu yeni yaklaşım. Bizim büyük sanat kuruluşlarımız, sermayemiz, kreatörlerimiz, devasa sosyal medyamız ve ilahi reklam sektörümüz var"
Acaba neleri yok, ona mı odaklanmalı?
...
Nefesi daralınca insan bunalıyor. Karaköy'de İkaseve'nin "tuzlu su" yundan uzaklaşayım biraz nefes alayım dedim. Sahil. Kadiköy'e giden motorların yanaştığı iskelenin arkasındaki dar sokaklara dalıyorum. Bir kaç işportacı, muhabbete dalmış. Dükkanların tepesinden çatılara uzanan iplerden sarkan balıkçı malzemeleri köşedeki hırdavatçının vitrinindeki makinalarla bakışıyor. Eski duvarların yüzeyini rengarenk grafitilerle boyamış kimileri. Sokağı duyumsamak biraz olsun soluk aldırıyor. Bu grafiticileri bir gün bir "sanat organizasyonu" salonunda sergilenir görürsem bir yakınını daha kaybetmiş insanların hüznü beni bulacak. 
Ama şunu biliyorum "sokak" dışarda ve hür. Ve sanırım "sıkılmış"lığın en samimi cümleleri oradan okunabilir, en samimi renkleri oradan tuvallere boyanabilir, ne dersiniz?

Zeynep Yıldırım/ 15.11.2015' istanbul

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder