23 Mayıs 2016 Pazartesi


ARZU KILIÇDOĞAN RESİM SERGİSİ
MALTEPE NAZIM HİKMET KÜLTÜR MERKEZİ


ARZU KILIÇDOĞAN RESİM SERGİSİ ÜZERİNE

Arzu Kılıçdoğan’ın Maltepe Nazım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki sergisini gezerken sanatçı yollarda olmalı duygusu uyanıyor insanda. Resimlerindeki yolculuk özellikle İstanbul üzerinden çıkılan bir yolculuk. Türkiye’nin toplumsal hareketlerine de merkezlik etmesi açısından sembolik bir yanı da var İstanbul’un.
Bu sergide önce Arzu Kılıçdoğan’ın Gezi Dönemi resimleriyle karşılaşıyorsunuz.  2013 Gezi Hareketi dönemine tanıklık edercesine son derece gerçekçi çizilmiş resimler bunlar. İnsanların öfke patlamaları, isyanları, direnişleri yansımış bu resimlere. Üstelik sadece bireysel ya da toplumsal bazda insanların değil, insan üzerinden doğanın da isyanı var bu resimlerde. Bu dönem tablolarından, direnişçilerle birlik olup haykırışını resimden duyururcasına çığlık atan köpek resminin yer aldığı tablo daha öncesinde de ayrıca bir etkileyici olmuştu benim için. Zaten Gezi de bir habitat isyanı değil miydi? Ağaçlar ve bitkiler olmadan hayvanların ve insanların nefes alamayacağının farkında olan insanların yaşam hakkına ve yaşam şekillerine müdahaleye karşı çıkardıkları ortak bir çığlıktı Gezi Hareketi.
Sergi sonrasında yaptığımız bir sohbette, Arzu Kılıçdoğan, gezi resimlerinin Gezi öncesine de dayandığını ve 2010 yılından itibaren bu yönde görseller topladığını ve  Gezi öncesinde Yunanistan’da kapitalizmin insanı ve doğayı metalaştıran dünya görüşüne karşı başlayan sokak hareketlerinden çok etkilendiğini ifade ediyordu.
Tekrardan sergi içinde yolculuk etmeye devam edecek olursak, insanı merkeze alan dünya görüşünü de yansıtırcasına portreler de dikkat çekiyordu sergide. Son derece gerçekçi çalışılmış bu portrelerde, özellikle kadınlar resmedilmiş. Bakışları ve duruşlarıyla hüzün hakim olsa da, sevginin ve direnmenin gücüyle dimdik ayakta olduklarını söyleyen kadın yüzleri var bu resimlerde.  Bu portrelerde, sanatçı kendi yaşamından insanlara yer vermesinin yanında toplumsal duyarlılığının ve çağına tanıklığının bir göstergesi olarak Cumartesi Anneleri’nden de portreler yapmış.
Sergide doğa insan bütünlüğü içerisinde Arzu Kılıçdoğan’ın peyzajları  ayrıca dikkat çekici bir özelliğe sahip. Bu peyzajlardaki baskın renk, sarı ve turuncunun tonları.  Bu tonlar ışığa ve ateşe yaptıkları göndermeyle bilgiyi, aydınlanmayı, ufuk açıklığını imleyen renkler. Beton, cam ve yapay ışık ortamından yorulan modern kent insanına bir nefes gibi bu peyzajlar. Şehrin içine hapsolmuş insanların uzak diyarlara gitme özlemlerine ayna tutmuş Arzu Kılıçdoğan.
Sergi sırasında Arzu Kılıçdoğan ile yaptığımız sohbetlerde, Rus Gezici ressamlarından söz ediyordu. 19. Yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan bu akım, Çarlık Rusya’sının topluma kapalı sanat anlayışına karşı olarak doğmuş. Bu ressamlar yaşam ve toplum içerisinde var olmak istercesine, Rusya içerisinde yolculuklara çıkarlar. Çalışan insanları özellikle de köylüleri betimlerler resimlerinde, bunların yanında portreler ve peyzajlar da baskındır bu akım içinde. Sanatçının iç dünyasının imbiğinden geçerek doğayla, insanla ve toplumla kucaklaşan bu resimler, daha sonra Sovyet Devrim’ini de beslemedikleri söylenebilir mi?
Arzu Kılıçdoğan, Rus Gezginlerinden söz ederken, benim aklımdan da Anadolu’yu, Rumeli’yi karış karış gezen, geçtikleri yollarla beslendikleri türküleri, deyişleri ve nefesleriyle bu toprakların insanlarının sesini kondurup kondurup göçerten ve çoğaltan ozanlar ve abdallar geçiyordu. Sarayın himayesine rağmen ya da belki de bu yüzden, insanla ve toplumla kucaklaşamayan Divan Şiirinin aksine, yollara düşen bu deli divanelerin şiirleri ve müzikleri hala gönlümüzü titretiyor.
Bu toprakların doğal mayasında var olan bu gezicilik ruhu, 1937 ve 1943 yılları arasında bizzat devlet tarafından da desteklenmiş.  Bugünün resmine de yön veren Bedri Rahmi Eyüpoğlu,  Feyhaman Duran, Abidin Dino, Elif Naci, Avni Arbaş, İbrahim Çallı gibi ressamları da yetiştirecek şekilde, ressamlar sahaya özellikle Anadolu’ya gönderilerek toplumla resmin kaynaştırılması hedeflenmiştir. Böylece kökleri yerele salınıp, evrensele dal budak salan bir sanat anlayışı hedefine yönelik bir harekete öncülük edilmiştir.
Bu çerçevede Arzu Kılıçdoğan’ın resimlerinde de özellikle peyzajlarıyla böylesi bir açılımın izlerini görmekteyiz. Bütün içerisinde ise çağının uzun erimli tanığı olmak adına yollara akmak, yollarla beslenmek, çoğalmak ve arınmak isteyen bir sanatçının emeği ve samimiyetinin izlerini taşıyor tabloları.

                                                                                                            

 Kıymet Erzincan Kına





















17 Mayıs 2016 Salı

Öznur Eren "Çoklukta Birlik" Resim Sergisi
Harmony Sanat Galerisi / Kuzguncuk
14 Mayıs - 14 Haziran 2016
             


ÖZNUR EREN RESİMLERİ ÜZERİNDEN ÇAĞRIŞIMLAR


Öznur Eren’in “Çoklukta Birlik” adlı resim sergisi önce adıyla çeldi aklımı.  Bu “çelme” sözcüğünü hiç olumsuz anlamda kullanmıyorum.  Her anlamda bombardımana maruz kaldığımız bir dünyada, bize dokunan, ruhumuzu okşayan ve daha derinlerine inmemiz için bizi yoluna davet eden türden bir “çelme” bu. Üstelik benim gibi sözcüklere vurgun birini öncelikle kelimelerle etkilemesinden daha doğal ne olabilirdi ki?
İşte böyle bir etkileşimle başladı Harmony Sanat Galerisi’ndeki sergisine yolculuğum. Öznur Eren aslında daha öncesinde de tanıdığım bir ressamdı. Bir sis perdesi içinde ama yine de görünür olmaktan korkmadan renkleri cesaretle kullanmasıyla, doğa ile insanı ama özellikle kadınları bütünlemesiyle, toprağın ta derinlerine kök salan ulu ağaçlarıyla ve de bütün zarafeti ve renkleriyle ayakları toprağa sapasağlam basan tanrıça görünümlü dimdik kadınlarıyla kalmıştı aklımda Öznur Eren.
“Derdim bana derman imiş bilmedim,” diyen Aşık Veysel’in dizesiyle gezdim sergiyi. Bir derdi vardı Öznur Eren’in, işte bu derdini anlatma ve iyileşme yoluydu resim sanki onun için. Dünyaya bakış açısını doğrudan bir mesaj verme kaygısı gütmeden en usta olduğu alan olan resimle dile getiriyordu. Öznur Eren’in resim sanatıyla ilgili teknik bilgisinin sınırına ya da sınırsızlığına dair bir şey söyleyecek sözüm olduğunu düşünmüyorum.  Ama bildiğini sindirdiğine, özümsediğine ve bildiklerini bütün samimiyeti ve yaşanmışlığıyla bize aktardığına dair bir kuşkum yok.  Aksi takdirde dokunabilir miydi yüreğime böyle?
Mevlana’nın fil hikâyesini şimdiye uyarlayacak olursak, karanlık bir odada filin neresinden tutuyorlarsa orası konusunda uzmanlaşan, ama filin bütününe dair fazla fikir sahibi olamayan günümüz bilim ve sanat dünyasında, farklı alanlardan insanların ve dünyaların birbirine dokunmasından daha anlamlı bir şey olabilir mi üstelik?
Sergiyi gezerken, sergi kataloğunu da inceleme fırsatı buldum. Katalog içerisinde Charles Baudelaire’in, sergiye de ismini veren ‘Çoklukta Birlik” adlı şiirini okuyunca her şey daha bir anlam kazandı benim için.

“ÇOKLUKTA BİRLİK
Bir tapınaktır doğa, sütunları canlı;
Anlaşılmaz sözler duyulur zaman zaman.
Sembol ormanları içinden geçer insan;
Tanıdık bakışlar süzer gibidir sizi.

Bir derin, bir karanlık birlik içinde,
Aydınlık kadar sonsuz, gece kadar geniş,
Uzaktan söyleşen uzun yankılar gibi,
Renkler, sesler, kokular karışır birbirine.

Kokular vardır çocuk tenlerinden taze;
Obua sesinden tatlı, çayır gibi yeşil;
Kokular da vardır azgın, zengin, gürül gürül.
İnsana sonsuz şeylerin tadını veren,
Misk, amber, aselbent, buhur gibi kokular,
Duyuları, düşünceyi alıp götüren.”[1]
               
Baudelaire’in şiirindeki panteizm, insanın ister istemez başka mistik felsefi anlayışlara gitmesine de kapı aralıyordu. Örneğin 10. Yüzyılda Hallacı Mansur’dan başlayarak tasavvufu da etkisi altına alan Vahdet-i Vücut düşüncesi bunlardan biriydi. Bütün bir doğayı tek bir Bir’in parçası olarak gören ve insanın belli kapılardan geçerek edindiği bilgisi ve güzel ahlakıyla Bir ile bir olacağını söyleyen bu anlayış, aslında M.S. 3. Yüzyılda ortaya çıkan Yeni- Platonculuk içinde de vardı.
  İşte ister Çoklukta Birlik, ister Vahdet-i Vücut, ister Panteizm, isterse Yeni- Platonculuk olsun, türlü türlü donlar (şekiller) altında, bir Bir’e ermek istiyoruz aslında. Öznur Eren’in resimleri de bu çabanın bir ürünü.  Bütün sanat eserlerinde olduğu gibi, Öznur Eren’in resimleri de kendisi için bitmiş ve sergilenmiş olsalar da, bundan sonra çokluk içerisinde alımlayıcılarıyla yeniden üretilmeye ve can kazanmaya devam edeceklerdir.


                                                                                              Kıymet Erzincan Kına
                                                           




[1] Charles  BAUDELAIRE
Çeviri : Sabahattin EYÜBOĞLU




























1 Ocak 2016 Cuma