13 Haziran 2012 Çarşamba




ZEHRA BAŞARAN’ın BİR RESMİ (140X170)

5 Haziran 2012


Bu resme şöyle bir bakanların, bakıp da görmeyenlerin, görüp de anlamayanların aklından geçenleri duyar gibiyim:
     
      -Siyahlar giymiş bu kadının bu kayıkta ne işi var?
       Üstelik, yağmur yok, güneş yok; ne diye şemsiye açmış?
       Garip, doğrusu!
      -Ah, böyle bir kayığım olsaydı, atlar, denize açılırdım
       ben; kıyıda kalır mıydım hiç.
      -Postalın sahibi nerede?  Sadece bir tek postal
       görünüyor; ressam, ikincisini yapmayı unuttu demek ki.
      -Kadın, ne diye siyahlar giymiş?  Belki de matemli;
       denizde sıkıntısını dağıtmaya gelmiş, ama demek ki
       konuşacak kimsesi de yok.
      -Ne kadar da ıssız bir deniz; ne bir dalga ne de başka
       bir tekne var.  Bir tek martı bile yok!
      -Her halde bu kadının kocası kayıkçıydı, ve ölmüş ki,
       kadın, matem tutuyor.
      -Ev kadını dediğin yalnız başına kayıklara biner mi?
      -Halatı çekenler kim?  Acaba kadını kaçırıyorlar mı? 
       Ben olsam, kayıktan hemen atlar, kıyıya çıkardım.

   Bir resmi bütünüyle ve hakkıyla anlayabilmek için, önce, o resmin detaylarını tanımlamak gerektiğine inanan dikkatli bir izleyici, bakın, nelerin farkına varacaktır: kayık hareket halindedir; çünkü, dümen suyu hafif çalkantılıdır.  Kayığın dümeni ve kürekleri bulunmamaktadır.  Kayık, nispeten yenidir ve adının yazılması gereken yerde “1” rakamı görülmektedir.
Kadın, sıkıca giyinmiştir, gençtir, ve yüzü izleyiciye  dönüktür.  Kıyıda duran bot, nispeten yenidir ve, büyüklüğüne bakılırsa, bir erkek botudur.  Ortalık tamamen ıssız olup kadın bu ortamda tamamen yalnızca görüntülenmiştir.  Kayık,  kıyıdan henüz açılmamıştır.  Diğer detaylara, sırası geldikçe, aşağıda değineceğim.
   Bence, bu resim, bir kadının ya da kadınların bağımsız kişiliğini, yaşam mücadelesini, ve özlemlerini, izleyicilere  Sembolizm ve Romantizm ekolleri yoluyla anlatmayı amaçlamıştır. Kayık, kaderi temsil etmektedir; kayığa “1” adının verilmesi, bu kader yolculuğunun yalnız yaşanacağını ileri sürmektedir.  Kayığın içindeki kadın, ressamın kendisini temsil edebileceği gibi tüm kadınlara da seslenmektedir.  Kadın, kaderin varlığını algılamakla beraber, ona boyun eğmeyecek, mücadele edecektir.  Şemsiye ve paltonun koruyucu özellikleri, kadının olumsuz etkenlere karşı bir dereceye kadar hazırlıklı olduğunu ima etmektedir.  İnce halat da kader tarafından ya da kadının hayatta karşılaşabileceği çeşitli güçler tarafından çekilmektedir: politik güç, para gücü, din gücü, medya gücü, sosyal baskılar, doğal etkenler gibi.  Kadın, bu güçlere karşı, kendi özgür yaşamını, sadece kendi iradesiyle sürdürebileceğinden emin olamadığı içindir ki kayığın kürekleri ve dümeni onun eline ya da hükmüne verilmemiştir.  Kadının genç olması, yaşamının henüz başlangıcında olduğunu; yüzünün izleyiciye dönük olması, onun tanınmaktan çekinmeyen kişilik sahibi bir birey olduğunu; yalnız ve kıyıdan henüz açılmamış olması da bu bağımsız-bireysel kimliğini yakın bir geçmişte seçmiş ve geliştirmiş olduğunu, ve bu yolculuğun başlangıcında olduğunu ima etmektedir.  Kıyıdaki erkek botu, geride kalanları, özgürlük uğruna terk edilmiş bir sevgiliyi, ya da toplumu temsil ediyor olabilir; ama kadın, bu engellerden ve kısıtlayıcı yüklerden kopmayı başarmış görünüyor.  Kadının giysilerinin ve şemsiyenin siyah renkte seçilmesi, iletişime dramatik bir “aura” vermektedir.  Kıyıdaki kazık ve ona bağlı olup ta koparılmış olan ince halat, büyük bir olasılıkla, şimdi kaderin çektiği halattır; yani, kadın kadere tek başına meydan okuyacak olgunluğa erişmiş, ve yaşam yolculuğuna tek başına başlamıştır; ya da bunun özlemini çekmektedir. 
   Tüm ortamda fırtınadan önceki bir sessizlik hâkim olduğunu sezmek, ve bu nedenle, bu saygıdeğer kadına iyi şanslar dilemek ve hatta yardım edebilmek arzusuna kapılmamak mümkün değil!
   Zehra Başaran, önemli, güncel, ve sıra dışı kavramları şairane bir incelikle tasarlayıp güçlü bir yağlıboya tekniğiyle resimlerine yükleyerek izleyicileriyle paylaşmakta önde gelen bir ressamımız konumuna gelmiştir.  Örneğin, bu resim, yerli ve yabancı kadın-hakları derneklerinin iç mekânlarında başköşeye konulacak değerdedir.  Zehra Başaran’ı içtenlikle kutluyor, ve yeni resimlerinin yolunu gözlüyorum.
   
   Sezer Aykan

   Sanatlar eleştirmeni, MAC
   Görsel sanatlar işletmecisi, MVAM

2 Haziran 2012 Cumartesi









MESUT EREN’in RESİMLERİ

                        2 Haziran 2012


   Mesut Eren, yıllardır hem resim yapıyor hem de, İstanbul Kadıköy’deki dershane ve atölyesinde, uygulamalı resim dersleri veriyor. Şimdiye kadar yüzlerce talebe yetiştirmiş; hepsi de aldıkları eğitimden memnun, ve Mesut Hoca’larını içtenlikle seviyorlar.
   Mesut Hoca’nın önde gelen özelliği, resimlerinde çeşitli konulara çeşitli ekolleri başarıyla uygulaması: portreler, peyzajlar, natürmortlar ve bunların Fovist, Sembolist, Dışavurumcu, İzlenimci, Abstrakt, Realist yollarla görüntülenmesi gibi.
   Bir ressamın değerinin artmasına neden olan etkenler arasında, karakalem, çini, suluboya, yağlıboya, akrilik, guaş, pastel, baskı (özellikle gravür) gibi teknikleri kullanabilmesi, çeşitli konuları işleyebilmesi, çeşitli ekolleri uygulayabilmesi önde gelen etkenler sayılır; Mesut Eren’in resimlerinde tüm bu sayılanları görmek mümkün oluyor; hem de her birinde kişisel sergilerini açabilecek düzeyde.  Ayrıca, resme anlam yüklemek açısından da görülmeye değer resimler üretiyor: “Düş Yolcusu, Sanat Durağı Galerisi’nde” geçenlerde sergilediği “İlk Aşk” resminde olduğu gibi.
   Mesut Hoca’nın çeşitli resimlerini “Düş Yolcusu” sanat galerisinde İnternet yoluyla görmeniz mümkündür; sanatseverlere bilhassa öneriyorum.

Sezer Aykan

Sanatlar eleştirmeni, MAC
Görsel sanatlar yöneticisi, MVAM
  
     
      

20 Mayıs 2012 Pazar

RESMİ, GÖNÜLDEN GEÇTİĞİ GİBİ Mİ YAPMALI?


 14 Mayıs 2012 

   Bazı ressamlar tanıyorum, Postmodernizm’in etkisine kapılmış olacaklar ki, “ben, gönlümden geçtiği şekilde resim yaparım,” diyorlar ;  sonuçta ortaya çıkan resim, o resmi yapan ressamın gönlünün ekolüne ait oluyor!  O halde “gönül” nedir, ondan başlayalım.  Gönül, soyut bir isimdir; yani, gönül denen şeyi koklayamayız, göremeyiz, işitemeyiz, tadamayız ve ona dokunamayız.  Türk Dil Kurumu’nun İnternet sitesindeki “Büyük Sözlüğünde” gönül sözcüğü için: “1--Sevgi, istek, düşünüş, anma, hatır vb. kalpte oluşan duyguların kaynağı; 2--(Geniş anlamda) duyguların, ruhsal kıpırdanmaların, iç çabaların taşıyıcısı,” denmiş.  Tabii, kalpte duygu oluşmaz; kalp, organik bir nevi pompadır; duygu ve düşünceler beyinde oluşur; bu bakımdan, kalp ya da yürek, burada, bir metafor olarak kullanılmıştır.   
      Ben, bu tarifleri yetersiz bulduğum için, konuyu biraz daha incelemek istiyorum.  Önce, gönül sözcüğünün bazı kullanılış biçimlerine göz atalım: bir işi gönüllü olarak yapmak, birisine gönül vermek, birinin gönlünü çalmak, “gönül ferman dinlemez”, gönülden geçirmek, “gözden uzak olan, gönülden de uzak olur,” gönülden bağlı olmak, gönlü zengin olmak, alçak gönüllü (mütevazı) olmak.    Tüm bu beyanlarda, gönül sözcüğüne romantik bir anlam yüklendiğine tanık oluyoruz.  Geniş bir kapsamı olan bu sözcük, bir insanın diğer insanlarla, doğal ve insan-imalatı olan şeylerle olan ilişkilerinde, o insanın heveslenmekle, beğenmekle, sevmekle, özlemekle, alışmakla, anımsamakla, kıskanmakla, nefret etmekle, sadık kalmakla, kin tutmakla, kızmakla, kısacası bu gibi davranışlarla ilgili tüm tariflerinin bileşkesini ifade etmektedir.
   İnsanlar, birbirlerinden farklı olduklarına göre, “herhangibir insanın gönlü, diğer insanlarınkinden farklıdır,” diyebiliriz.  En iyisinden tutun da en kötüsüne kadar bireyler olduğuna göre, gönülleri de bu şekilde tanımlamak mümkündür.  Kural tanımayan, cahil, bencil, sakıncalı yanlış ve eksiklerle dolu gönüllerin “kaş yaparken göz çıkardıkları,” çevrelerine her derecede zarar verdikleri insanlık tarihinde kayıtlıdır.  O halde, her insanın, kendi gönlünü bir ömür boyu incelemesinde ve onu daha bilge daha ince ve daha medeni hale getirmeye çalışmasında yarar vardır, ressamlar ve diğer tür  sanatçılar da dâhil.  Unutmayalım ki cahilin gönlü bilge olamaz, kabanın gönlü ince olamaz, zalimin gönlü müşfik olamaz, yalancının gönlü dürüst olamaz, basitin gönlü kapsamlı olamaz, acelecinin gönlü sabırlı olamaz, vb.
   Günümüzde, eline çekici alan marangoz, tornavidayı alan elektrikçi, fırçayı ve boyayı alan da ressam olarak boy gösterebiliyor; bunların hepsinin kendi çapında gönülleri var.  Herkes kendi gönlüne göre resim yaparsa ortaya sanat değeri olmayan bir sürü resim çıkması kaçınılmazdır.  Ressam olabilmek için, insanın resim tekniğini yeteri kadar öğrenmesi, resme ışık, enerji, renk, şekil, derinlik, ve anlam yüklemenin eğitimini alması gerekir.  Herhangibir insan, aklını, elini, gözünü, ve iradesini resim sanatı konusunda yeteri kadar eğitmemişse, sadece gönülden resim yapmasıyla ortaya sanat değeri olan görüntüler çıkması beklenemez; tesadüfler hariç. 
   Sonuçta, insanların çoğunluğunun gönlü, “sanatçı gönlü” değildir.  Aklı (bellekteki tariflerin ve bilginin tümü) daha değerliye doğru ilerleyenin gönlü de o yönde ilerler; ama, bir gönlün hakiki bir sanatçı gönlü haline gelmesi, öncelikle, seçkin bir DNA, geçerli ve güvenilir bir eğitim, ve uzun süreli bir uygulama ister.

Sezer Aykan
Sanatlar eleştirmeni, MAC
Görsel Sanatlar İşletmecisi, MVAM